Muharrem Dayanç

Muharrem Dayanç


Bir kadının İstanbul'a değiyor yaşanmışlıkları

03 Nisan 2020 - 02:28

BİR KADININ İSTANBUL’A DEĞİYOR YAŞANMIŞLIKLARI

Muharrem Dayanç*

       Türkçeye, İstanbul’a ve geçmişe aynı anda yazılmış, bulunulan yer ve konuma göre hem kaside hem mersiye olarak okunabilecek bir eserle tanışmak isteyenler Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul Geceleri’ni (ilk baskı, 1952) okusunlar.[1] Çünkü Türkçesiz, geçmiş ve İstanbul; İstanbulsuz, Türkçe ve geçmiş olmaz. Bu üç unsuru birlikte ele almak, belli bir yetkinlikle değerlendirip işlemek için öncelikle dile vukufiyete, İstanbul denen muammayı adım adım çözebilecek birikim ve olgunluğa ihtiyaç vardır. Mümkün olduğunca aslına sadık kalarak, geçmişle yaşanan zaman arasında dilden/gönülden köprüler kurmak da ciddi bir kültürel/tarihsel altyapıyı gerektirir. Bu incelikleri/özellikleri içinde barındıran bir eser kaleme almak her yazara nasip olmaz. İstanbul Geceleri ile bunu başarmış bir müellif olarak Sâmiha Ayverdi’yi Yahya Kemal (Aziz İstanbul) ve Tanpınar’la (Beş Şehir) birlikte İstanbul’un yüzünü Türkçeyle ağartanlar sınıfına koyabiliriz.

“Meşrutiyet topları atılmak üzere iken büyük babasının kürkü içinde kaybolan iki yaşındaki” Sâmiha özellikle çocukluk ve ilk gençlik yıllarındaki yaşanmışlıklarından hareketle yazar İstanbul kitabını. Kitabın talihlerinden biri, Nurettin Topçu’nun Âkifnâme’nin başına yazdığı enfes takrîzi akla getiren[2], Cevdet Perin (birinci baskı), Nihad Sami Banarlı (ikinci ve üçüncü baskı) ve Ahmet Yüksel Özemre’nin (dördüncü baskı) eser için yazdıkları takdîmlerdir. Perin’e göre “İstanbul Geceleri maziye bir rücû değildir. Böyle bir şeyin bahis mevzûu olamayacağını gene Ayverdi’nin bazen öz Türkçe kelimeleri, terimleri cümleleri arasında nefis bir tarzda yediren üslûbu teyit ediyor. İstanbul Geceleri belki geçmiş günleri bir özleyiştir. Güzel geleneklerimizin zamanla birer birer nasıl kaybolup gittiğini üzüntü ile gören hassas bir kadın kalbinin şikâyetidir.” (s.8) Banarlı’ya göre “İstanbul Geceleri bize, birlikte iken öylesine fark etmediğimiz, fakat uzaklaşınca arkasından ağladığımız bir saâdetin hazin lezzetiyle anlatılan İstanbul’dur.” (s.12) Özemre’ye göre “İstanbul, ehlini meczup kılan bir ‘maraz’dır. Bu marazın ise kendisinden başka devâsı yoktur. Her hasta ‘plasebo’[3] bir ilaçla aldatılıp teskin edilebilir de İstanbul ‘hasta’sını sadece ve sadece İstanbul teskin eder. İstanbul divânesi olan herkes İstanbul’u yaşamaya mahkûmdur. İstanbul Geceleri de işte böyle bir İstanbul tiryakisi olan rahmetli Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’nin müşâhede ve tahassürlerini dile getiren bir eserdir.” (s.14)

Ayverdi, kitabına, kısa sayılabilecek bir “Giriş”le başlar. Ona göre “İstanbul Geceleri bir roman ya da bir hikâye değildir. En az kırk sene evvelki İstanbul’un şahsiyeti, maddî manevî hüviyeti, cemiyet hayatı, gelenek ve görenekleri, bilhassa Türk sanatını zirveleştiren umûmî yapısı, zevkleri, meyilleri, hüsranları, hatâları, meziyetleri, fazîletleri, görgüleri, noksanları, hulâsa medeniyetinin müzikal tertip ve âhengi, bir edebî tenâsübün müsâadesi nisbetinde, yer yer, parça parça gösterilmek istenmiştir.” (s.15)

Edebî eserde kurgu, yazarın kalemi eline almasıyla başlatılabilir. Bu kabulden hareketle, yukarıda söylenenlerle örtüşmese de genel hatlarıyla kültürel/tarihsel bir deneme/hatıra özelliği taşıyan İstanbul Geceleri, zaman, mekân, olay örgüsü, yazar anlatıcı (veya kadın anlatıcı), leitmotif ve geriye dönüşler, kişilerin/varlıkların belli bir mantık içerisinde devamlılığı vb. unsurlara dayanarak rahatlıkla roman veya uzun hikâye (novella) olarak da okunabilir. Çok yönlü okumaya müsait olan yapıt, türler arası geçişkenliğin güzel/çarpıcı örneklerinden biri olarak da görülebilir. Yaşanmışlıklar üzerine inşa edilen metin, bu yaşanmışlıkların yazarın iç dünyasında belli bir olgunluğa ulaşmasıyla uç verir. Zamana yenik düşmüş âdet, gelenek, töre, sanat anlayışı, bireysel/toplumsal hayata mal olmuş dinî ve millî ritüeller, mekânsal/zamansal değişiklik ve yenilikler, yazarın çocukluğundan itibaren hayatında yer etmiş semtlerden hareketle, etkili/akıcı bir dille/üslûpla kaleme alınmıştır.

“Giriş”ten sonraki “Eski İstanbul’a Bir Bakış” başlıklı bölümün daha ilk paragrafında Ayverdi “Asya ile Avrupa’nın ortasında boşluğa kurulmuş muazzam bir örümcek ağı gibi, her telini bir kıtaya iliştirmiş olan bu şehrin manevî fezasında dolaşmak”tan bahseder. (s.17) Coğrafî konumdan hareketle yapılan bu betimlemede/benzetmede, İstanbul’la ilgili o güne kadar zihinlerde oluşturulmuş birçok tasavvurdan izler vardır. Eser, “İstanbul ağacı” metaforu üzerine inşa edilmiştir. Köküyle, gövdesiyle, dallarıyla, yapraklarıyla, gölgesiyle, meyveleriyle bu ağaç okurda “derviş” izlenimi uyandırır ve bu izlenim Yunus Emre’nin şiirlerini akla getirir.

İstanbul Türk medeniyetinin muhassalasıdır ve bu terkibin ortaya çıkmasında küçüğünden büyüğüne bütün bir milletin emeği ve irfanî tekevvünü vardır. Böyle köklü bir medeniyetin neşet etmesinde etkili olmuş temel unsurlardan biri ailedir. Ayverdi, bu unsur için “buluttan henüz düşmüş bir damla gibi temiz, duru ve saftı” der. (s.23) Sözün özü İstanbul, “her neslin yeni bir halka ilâve ederek başka nesle teslim ettiği bu müstesnâ aile zinciriyle dolanmış bir bütün”dür. (s.23)

Ayverdi, aile bahsinde olduğu gibi, zaman zaman öylesine güzel benzetmeler, tahliller, göndermeler yapar ki okur bir an kitaptan, bağlamdan kopar, dilin/üslûbun sihrine kapılır. Bunlardan biri yine aynı bölümden: “Bu şehir, fikirde ve bilgide geri kalışını, sanatta ileri gitmekle tamamlamak ihtiyacını bir sevkitabiî hükmünde hissederek, yer yüzünün en büyük sanatkârı oldu. Tıpkı bir âmânın, görme kuvvetini kulağının üstüne alışı ve bir sağırın işitme hassasına gözünün vasî oluşu gibi, İstanbul da, tefekkür ve ilim boşluğunu sanatıyla doldurmaya bütün gücünü verdi.” (s.28-29) Kişileştirmeye yaslanan, sinesteziyi çağrıştıran, kültür ve medeniyet unsurlarını mezceden bu betimleme fazlasıyla alkışı hak eder.

“Zaman, ‘ileri’ emrini almış bir ordu gibi, sağına soluna bakmadan geçip gitme”den (s. 33) kitabın ilk semtine Şehzâdebaşı’na doğru yürüyelim. Tanpınar gibi Ayverdi de Şehzâdebaşı’nda doğar ki kitaba bu kapıdan girilmesinin nedeni budur. 1950’lerden sonra, imar faaliyetleriyle kolu kanadı kırılan bu semtin, çayhane, berber, tiyatro gibi mekânları aynı ipliğe dizilmiş tespih tanelerine benzerdi. Buranın insicamını kaybetmesi “zamanın elinin o ipliği aşındırıp koparması” ile olur. (s.38-39) Az sözle söylemek gerekirse yazarın sonraki yıllarda kaybettiği çocukluk cennetidir Şehzâdebaşı.

İkinci semt Beyazıt’tır ve sembolü ihtiyar/kocamış çınardır. Geleneksel sanatların çırak, kalfa, usta çizgisiyle geleceğe aktarıldığı semtlerdendir. Peşinden Süleymâniye gelir. Bölümün özellikle giriş paragrafları Yahya Kemal (hatta Ahmet Haşim) ile Tanpınar’ın İstanbul üzerine yaptıkları bir sohbeti andırır:

(Yahya Kemal/Ahmet Haşim) -Akşam vakti güneş, batmaya yaklaşıp da altın parmaklarını bulutların saçlarına soktu mu, Süleymâniye âbidesi de, bütün gün, içinde kavrulduğu ateşten elbisesini çıkarıp akşamın mor ve yumuşak kaftanını giyer. Bu saatlerde onun muhteşem vücudu o kadar heybetlidir ki, aşkı ile alâkası olmayan her şeye yabancılık duyan bir sevdâlı edâsıyla dünyadan el etek çekip manalı bir sükûna gömülür.” (s.76)

(Tanpınar) -İstanbul’un bağrından fışkırmış bu toprağın, bu suyun, bu havanın ve ölçüsüz bir dehâ ve zevkin infilâkı olan bu dilsiz şark sultanı, yere gömülüşünün üstünden asırlar geçtikten sonra bile boy atmakta devam eden, biraz daha köpüren ve yeni yeni gelişmeler gösteren bir tohummuş gibi, kocamayan davasını dilsiz dili ile gözlerimizin önüne serer. (s.76)

Paragraflar, hayalimizde canlandırdığımız diyaloglar şeklinde böylece uzar gider.

Sandıkburnu kabına sığmayan ayyaşların, akşamcıların, meyhanelerin semtidir. Aksaray, yeniçerilik havasının kabadayılığa dönüşmüş tezahürlerinin kuvvetle sezildiği mekânın adıdır. Tavukpazarı’nın ise “bir vakitler hanları, tonozları, barakaları, imalathaneleri, salaşları, bekâr odaları, hamal, esnaf ve esrar kahveleriyle şehre, bir yüzü faydalı olurken, diğer yüzü çıban gibi işler dururdu.” Ayrıca, “şehrin hazım cihâzı imiş gibi, bütün bu uygunsuz kalabalığı, içinde eritmeye çalışırdı.” (s.111)

Çarşamba, İstanbul gecelerinin en sakin köşelerindendir. Bu sessizliği seyyar satıcıların âvâzları bozar. “Keten helvacısının mânisi”, “mısır-buğdaycının tekerlemesi”, “mahalle köpeklerinin bağırtıları”, “simitçi”nin, “bozacı”nın sesleridir bunlar. (s.123-124) Haliç, “Bizans’ın bir vakitler şatolar, mabetler, çeşmeler, sirklerle süslenmiş Hirisokeras’ının, sonra Osmanlı Türklerinin saraylar, sâhilhâneler, köşkler, bahçeler ve mesîrelerle donatıp bir zevk ve sefâ durağı hâline getirdiği” yerdir. (s.140-141) Beyoğlu, “İstanbul’un karşısında dîvan durduğu için şöyle bir göz atmaya değen, fakat efendisinin malını çala çala çift çubuk sahibi olup eski kapısına ihânet eden zorba bir uşak, nankör bir kâhya, açıkgöz bir yanaşmaya” benzer. (s.157) “O, eskiden de bizim değildi; şimdi de öyle. O, eskiden de havasını alıp suyunu içtiği bu toprağı küçümserdi; şimdi de öyle. O, eskiden de âdetleri, zevkleri, görüşleri, görünüşleri, hulasa bir sıra hayat icapları ile bize benzemezdi; şimdi de öyle…” (s.159) Boğaziçi, insanı kendinden geçiren bir masal gibidir. Bu semtte, gerçekle hayal geçmişle gelecek iç içedir. Mevsimler denizlere, ağaçlar yıldızlara karışır. Hayaller gerçekleri, umutlar gelecekleri besler. “On altıncı asırlarda genişleyen, îmar edilen, süslenen İstanbul, Maraş yaylalarından gelen yüz binlerce ak ve gök sümbüller, Kefe’den gelen ebrû ebrû lâleler, Edirne’den gelen kantar kantar kırmızı güllerle, şehrin, çoğu Boğaz’a doğru sarkan bahçelerini, kokuları, zarâfetleri, renk ve şekilleriyle birer efsâne diyârına çevirmişti.” (s.169) “Varsın her kaybın arkasından gözyaşı döken, âh u vâh eden insan oğlu, Boğaz denen o aziz ölünün arkasından da mersiye okuyup kasîde söylemekte devam etsin… Zaten sanat göklerinin en parlak yıldızları, ıstırapla döktüğümüz göz yaşlarımızın içinde değil midir.” (s.187) Adalar-Kadıköyü, Ayverdi’de kendisine yer bulmuş başka bir İstanbul köşesidir. Sürekli gidilen, görülen yerlerden biri Adalar, diğeri Kadıköyü’nden Pendik’e kadar uzanan Marmara kıyılarıdır. “İstanbul’u kılıç ve kuvvet zoru ile olduğu kadar mânen de fethetmiş, onu kendi harsı, kendi îmânı, kendi zevki ve sanatı ile yeni baştan yoğuran Türkler, sanki bu şehirden kaçıp Marmara’ya sığınmış gibi diz dize baş başa vermiş olan Adalar’ı, asırlarca benimseyemediler.” (s.197-198)

Yazarın kitabında tek tek anlattığı, çocukluğunun masumiyetiyle sarıp sarmaladığı, bizim de buraya taşımaya çalıştığımız bu semtler, okuru Üsküdar-Salacak’a ulaştıracağı için ele alınmış, bu semtin hatırına kitapta kendilerine yer bulmuş gibidirler. Üsküdar’ı bu kadar değerli kılan nedir? Bunun cevabını bir çırpıda vermek kolay olmasa gerek. Birçok şaire/yazara ilham vermiş, güzellikte zirve kabul edilmiş saltanatlı Çamlıca’yı, bir taht, bir mitolojik unsur gibi başında taşıması mı? Çünkü Ayverdi, Üsküdar-Salacak’ı anlatırken vecde kapılmış gibidir. Kullandığı dil, bilinç sınırlarını zorlar. Kelime tercihleri ince ve ustacadır: “Bir taht kaidesi olan Üsküdar’ın Şemsipaşa’sı, Ayazma’sı, Doğancılar’ı, Karacaahmet’i, Bülbüldere’si, Nuhkuyusu, Bağlarbaşı’sı ve Altûnizade’sinin elleri üstünde yavaş yavaş bir saltanat yükselir: Çamlıca.

Sanki o, tahtını bulutlar arasına koyan bir esâtir kahramanıdır da, İstanbul’u gözlemek fırsatını böyle tenha bir köşeden yapmaya karar verip tabiatın en hâkim, fakat en münzevî noktasını intihap edivermiştir.” (s.201)

Bugünden bakınca o tahttan da o saltanattan da eser yoktur, eski İstanbul gibi eski Üsküdar da geçmişte kalmıştır. Üretmekle, çalışmakla, yetiştirmekle, giydirmekle, doyurmakla iftihar eden Üsküdar’ın yerini, yavaş yavaş kabuğuna çekilen, kendi kendine yetmeye çalışan, merkezîlik vasfını her gün biraz daha kaybeden bir semt almıştır. Oysa, Ömer Erdem’in “üsküdar asyadır çine kadar[4] mısraında dile getirdiği gibi, Asya’ya açılan kapıydı bu semt. Çoğu zaferle biten seferlerin hareket/başlangıç noktasıydı. Anadolu’ya, İran’a, Arabistan’a kalkan ticaret kervanlarının buluşma yeriydi. Sürre alaylarının kutsal topraklara uğurlandığı gönül meydanıydı. Yolu düşenlerin maddî/manevî anlamda ihtiyaçlarının giderildiği huzur beldesiydi. Misafirlerini, “bir şiirin en kuvvetli mısraı gibi” (s. 205) kendine meftun etmesini bilirdi. Her meşrepten dergâhları Hakk’ın rızasını kazanmak için halkın emrindeydi. Öte âleme açılan pencereleri de vardı. Birçok Üsküdarlı “Karacaahmet durağı”na annelerini, babalarını, dedelerini, yakınlarını bırakırdı.

Salacak, Üsküdar kitabının derkenârı, hâşiyeciğiydi. “Üsküdar kitabının çarçabuk okunuveren bu haşiyesinden, Marmara’ya kolunu uzatmış bu kıyısından, doğruca yukarıya çıksak mı dersiniz? Nuhkuyusu, Bağlarbaşı, Altûnizâde ve nihâyet Çamlıca’ya…” (s.226) Çıkalım elbette. Buyurun.

Yirminci yüzyılın başında şehrin bir parçası olmaktan çok köye yakın bir yaşayışı vardı Çamlıca’nın. İkbal görmüş ama sonra gözden düşmüşlerin mekânıydı. Bu yüzden baharda dolar kışın boşalırdı. Kısıklı’dan sonra köy biter, şehir başlardı. Ayverdi’nin kır hayatını tecrübe ettiği çocukluk bahçesiydi.

Çamlıca kadar İstanbul gecelerini tek bakışta seyreden bir göz daha var mıdır bilmem? Bir tarafta karanlıklara gömülerek beldenin şahdamarı gibi daha derinleşmiş görünen Boğaz, öte tarafta sanki bir efsâne diyârına serilmek için Kalamışlar’dan Göztepe, Bostancı, Pendikler’den dokunmuş dümdüz, süslü nakışlı Marmara halısı… ve tam karşıda eskilikleri, yenilikleri, asâletleri, züppelikleri, iyilikleri kötülükleri, ibâdetleri rezâletleri, aşkları fuhuşları sanki hep birden potaya atılıp tek cevher hâline girmiş sanılan dilsiz İstanbul.” (s.239)

Çamlıca, bir kimsenin kendi mihveri etrâfında dönmesi ile tek solukta şehri, Boğaz’ı ve Marmara’yı gören bir dağ tepesidir.” (s.241)

Çamlıca’daki köşkleri, sarayları, sahipleriyle birlikte çocukluğuyla da bağ kurarak uzun uzun anlatan Ayverdi, bir yerde durur ve konuyu kadın bahsine getirir: “Bu köy, biraz da kadına benzemez mi?” diye sorar ve ekler “Onun gibi kararsız, onun gibi kendi büyüsüne tutkun, onun gibi kudretinden emin, onun gibi güzelliği ile başı yukarda, onun gibi bir elinde göz yaşından, bir elinde neşeden çifte silâh…” (s.243-244)

Kitabın bu noktasında Çamlıca’nın bu kadar öne çıkmasının düğümü yavaş yavaş çözülmeye başlar. Çünkü tepe, Ayverdi’nin kendisinden büyük bir tutku, sevgi ve ihtiramla bahsettiği annesinin hatıralarıyla birleşir:

“Bir vakitler, gözümde kadın güzelliğinin şâhâne âbidesi olan annemi, elinde köpük köpük danteller, renk renk işlemelerle süslü şemsiyesi, nârin endâmını saran dar belli kabarık kollu yeldirmesi, muhteşem başına, öper gibi dokunan bürümcük baş örtüsü ile Çamlıca güzellerinin arasında bir ilâhe gibi seyrettiğim zamanların üstünden otuz şu kadar sene geçti.” (s.244)

Bu kadarla bitmez anneli cümleler, yazar konuşmaya devam eder.

“Mâdemki Çamlıca dağlarından kopup gelen hava, âkıbet anamın mübârek vücuduna da değdi, ondan hız, hareket ve bereket aldı, belki de yavaştan esen söz rüzgârı bu yüzden fırtına kesilir de istenip de söylenemeyen, söylenip de anlatılamayan sırları bir kasırga gibi önüne katıp âleme fâşeder.” (s.244)

Annesiyle Ayverdi’nin hatıralarının Çamlıca ortak paydasında buluşması, semti yazarın dünyasında ayrı bir yere taşır. Maddî mekân olarak İstanbul’un her yönüyle temaşa edildiği bu tepeye, Ayverdi’yi manevî anlamda arındıracak, yükseklere çekecek annesinin kokusu/varlığı sinmiştir. Onun İstanbul’a olan tutkusu annesine olan muhabbetiyle birleşince, dil bir şeyleri anlatmanın vasıtası olmaktan çıkar, derûnî âlemleri ortaya dökmenin sihirli/büyülü bir aracına dönüşür.

Üsküdar’dan bir örnek daha vererek yazıyı toparlayalım.

İstanbul’un suyla ünsiyetinin somut olarak müşâhede edildiği semtlerden biridir Üsküdar. Sebilleri, “güler yüzlü su perilerini andırır.” Şadırvanları, “çoğu medrese ve cami avlularının göğsüne bir kalp azametiyle oturtulmuş, bir kalp gibi durup dinlenmeme emrine muhatap, dudakları gece gündüz bir su kasidesi mırıldanan tatlı dilli, güler yüzlü” sabit/mütevekkil sakalara benzer. Ya meydanlara, şehrin en ücrâ köşelerine kadar cömertçe serpilen çeşmeleri? Hayrat sahipleri bu şehre öyle çeşmeler bağışlamışlardır ki bunlar insanların sadece susuzluğunu gidermez onlara sonsuzluğu duyurur da. Bunların geniş ve yatkın saçakları, yanaklarına gölgesi düşen uzun kirpikli gözler gibi, yalaklarına doğru uzayan mahmur bir koyuluğun o dinlendirici loşluğunda bir kat daha gönül çekicidir. Ayverdi’nin söyledikleri bu kadarla bitmez. İstanbul’a yakışır bir hüsnütalil de yapar ve çeşmelerin niçin böyle büyüleyici bir estetik forma büründüklerini şöyle izah eder: “Bir hayrat sahibi, filan yere getirttiği suyu, gelişigüzel bir taş oluktan akıtmak kolaylığına gidebilmesi mümkünken, işi oluruna bağlayıcılığa düşmemiş ve kesenin izni miktârı, suya bir taht kurup başına da bir taç oturttuktan sonradır ki kitâbesine ismini kazdırmıştır.” (s. 204-206)

Ayverdi’nin çizdiği tablo elbette huzur veriyor, kadîm bir medeniyetin zirvelerinden haberler getiriyor ama bunları anlatırken işin israf boyutunu da görmezden gelmiyor onun sadelikle yoğrulmuş yüreği. Ve Ahmet Hikmet’in Çağlayanlar’da (ilk baskı, 1922) üzümcüden hareketle, Türk milletini kastederek, sarf ettiği “Maddî menfaate ehemmiyet vermezsin. Para denilen mâden parçasına itibar etmezsin. Müsrifliği asâlet icabı sayarsın.”[5] sözleri arzıendâm ediveriyor gözü önünde insanın.
 

Not: İktibas edildiği kaynak için bk. (“Ihlamur Dergisi, Sayı: 88, Mart 2020, s. 81-84.”)

 

* İstanbul Medeniyet Üniversitesi.

[1] Sayfa numaraları için bkz. (Sâmiha Ayverdi, İstanbul Geceleri, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2018, 271 s.)

[2] Nurettin Topçu, “‘Âkifnâme’ye Dair”, Âkifnâme -Mehmet Âkif-, Ahmet Sait Matbaası, İstanbul 1966, s. 7-9.

[3] Gerçekte/tıbben etkisi olmayan bir ilacın, telkinden hareketle, kişide olumlu bir etki ortaya çıkarması durumu.

[4] Ömer Erdem, “Üsküdar”, Yarım Ağaçlar, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1998, s. 10.

[5] Ahmet Hikmet Müftüoğlu, “Üzümcü”, Çağlayanlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. 64.